Trabzon Lisesi’nde, İstanbul’dan gelişimle, Lise birinci sınıfı sürdürürken, gerçekten iyi bir edebiyat dersi hocamız vardı. Sonradan öğrendiğim tanımlamayla, Öz Türkçeciydi. Bize, sürekli olarak, dilimize yerleşen Arapça, Farsça vd, dillerden geçmiş sözcüklerin, Türk Dil Kurumu tarafından verilen, Türkçe karşılıklarını öğretir, diğerlerini kullanmamamızı isterdi.
O çağda, siyasetle ilgimiz yoktu, ancak, sanıyorum solcu biriydi. İşin güzel yanı, yeni sözcükler hoşumuza gider, nedenini anlamadan severek kullanırdık.
Derken, yazgı lise ikinci ve üçüncü sınıfı, Muş Lisesi’nde okumamı buyurdu.
Orada, bırak Arapça, Farsça sözcükleri, Türkçe’yi ve Edebiyat dersini, hocasını zor buluyorduk.
Acunum değişmişti.
Düşüncelerim değişmişti.
Çevrem, ülkülerim…
Bir gün, bir Edebiyat hocası geldi. Tipi, şimdinin badem tiplerinden. Sanıyorum bir şiir üzerineydi ders. Kafiye, konusunda sözler edilirken, ben Trabzon’daki hocamın alışkanlığıyla, Uyak, demiştim.
Kendini gülünç biri sanan badem hoca, sözde benimle dalga geçmek için, “Ne yak!” diye saçma sapan bir söz etti. Sınıftakiler de güldüler ki çoğu, Türkçe’yi konuşmaktan yalın tiplerdi.
O sürevde bir çakın çaktı kafamda.
Ha, dedim, burası değişik.
Sonra, siyaset denilen rezilliğin, dibine kadar bulaştığımda, o çağın Başbakanı Ecevit’in Öz Türkçe konuşma çabasıyla alay edildiğini görüp şaşırmıştım.
Neden?
Sorunca, sözcükler, uydurma deniyordu.
Kim uydurmuş?
Türk Dil Kurumu!
Bunu söylerken de biraz uçuk Öz Türkçe sözcükleri söylüyorlardı. Dil arıtılmazmış. Arıtılırsa, yoksullaşırmış. Arapça ve Farsça sözcükler, imparatorluğun gereğiymiş. Türkçe bunlarla varsıllaşmışmış. Bunlar çıkarsa…
Ülkücü, Türkçü yapı içinde, Türkçü olup da bu sözcükleri savunmayı anlayamasam da ortama uymaya çabaladım. Bir sürev sonra da Öz Türkçe’yi unuttum. Divan Edebiyatı, denilen, mefret ettiğim saçmalıkla karşılaştıkça, yeniden Öz Türkçe’me dönmek için dirensem de, Solcuların sahiplendiği bu yeniliği kullanamadım. Neymiş, Dış Türklerle bağımız kopuyormuş. Mantıksızdı, çünkü Dış Türklerin, Arapça ve Farsça sözcüklerle konuştuklarına inanmıyordum.
Üniversiteye başladığımda, bu etkinlik sürdü. Dinci yapıların sahiplendiği bu yanlışa, biz de sahip çıkıyorduk. Türk’üz, Müslüman’ız, Uygarız; sloganını haykırdığımızda, ya da Hedef Turan, Rehber Kur’an, dediğimizde, işin mantıksızlığını anlayacak kültür seviyesinde değildik.
Yıllar geçti. Çektik, zorlandık. Genç yıllarımızın çoğunu tedirgin ve kavgalarla geçirip, iş yaşamına da aynı çekincelerle girdiğimde, bu badem suratlıları tanıdıkça, daha çok daha çok okudukça, dil işine canım sıkılmaya başladı.
Hele, bulduğu ilk fırsatta Türk’ü arkadan vuran Arap’ın, her çağda Türk’e yağılık eden Fars’ın, diline, sözcüklerine, neden baş eğdiğimizi, yargıladım.
Bir gün karar verdim!
Benim dilime, Arapça, Farsça sözcük yakışmazdı.
Bir şeylerle bağım, koparsa kopsundu.
Fars, Arap coğrafyasında, dilimi Arapça’ya, Farsça’ya teslim eden atalarım, yanlış yapmışlardı. Bu yanlışı sürdürmemin anlamı yoktu.
Adımın Arapça olması, benim suçum değildi, ama yanlıştı.
Eğer, bir Arapça sözcüğün, Farsça sözcüğün, Türkçe karşılığı varsa, hatta Türk Dil Kurumu tarafından uydurulsa bile, bu sözcüğü yeğliyor, Farsça ve Arapça sözcükleri reddediyordum. Elbette değişim kolay değildi, ama elimden geleni de yapmalıydım.
Neymiş, sözcük sayısı azalacakmış!
Arapça, Farsça sözcük olacağına azalsındı.
Neymiş, eski kitapları okuyunca anlayamayacakmışım!
Anlamazsam, sözlüğe bakmam zor bir iş değildi. Hem bu işle uğraşan kişiler, güzelce temizleyebilirlerdi kitaplardan bu ağır ve ağdalı sözcükleri.
Şunu biliyorum:
Dil, budunun yansısıdır.
Dil, budunun özüdür.
Savaşçı Türk budunun dili, ağdalı sözcüklerle yavşaklaştırılamaz.
Biz, hızlı, kısa, konuşuruz.
Çünkü savaşçıyız.
Çölde, sürevi bol, çadırında nargile içip keyif yapan Arap gibi değiliz. Sürevimiz bol değil. Öyle uzun uzun sözcükler kullanamaz, küçük değişimlerde, başka sözcüklere gereksi duyamaz, derdimizi, en kısa ve hızlı yoldan çıkarırız ağzımızdan. İşimiz bunu gerektirir. Atımız hızlıdır. Savaşımız da hızlıdır. Dilimiz de hızlı olmalıdır.
Oğlum, iyi bir iş kişisidir. İşi gereği bütün acunu geziyor. Her yere gidiyor. Kimi kez ben de gidiyorum yanında.
Mısır gezisi dönüşü, bir anısını anlatırken, şunları söyledi.
“Ata, Mısır’da bir iş kişisi ile görüşürken, dedi ki, Türkler çok sözcüklerini bizden aldılar. Bizim dilimize gereksiliydiler. Bu söz çok canımı sıktı. Öyle pis kişiler ki biz neden bu kişilerin diline gereksili olmuşuz, anlayamadım ve nefret ettim.”
“Ben de o düşüncedeyim” dedim. “Bu nedenle, olabildiğince seçiyorum bu adamların sözcüklerini. Dilimden atıyorum.”
Sanıyorum, yüzde olarak, 90’ı aştı kullandığım sözcüklerdeki Öz Türkçe sözcükler. Yazdığım her bitigde de bu işi daha ilerilere taşıdım. Bazı, bademlerin, şu olmaz, bu değişik, o uymaz, demelerine aldırmadan, özellikle tarihi yazıtlarda, bir Türkçe sözcük öğrenince, seviniyor ve hemen alıyorum sözcük dağarcığıma. Kim ne demiş, bakmıyorum. Kim ne düşünmüş, umursamıyorum.
Türkçe’me kavuştum, mutluyum.
Geçmişte, beni Farsça ve Arapça dolu tümceler kurmaya zorlayanlara da durmadan saydırıyorum.
Anlayamıyorum bu batıl Arapçı, Farsçı kafaları.
Divan Edebiyatını seven sevsin. Beni açmıyor. Okumak isteyen de dalsın Arapça’nın Farsça’nın içine. Bana ne? Ben sevmiyorum. Okumuyorum. Divan Edebiyatı ile övünmüyorum.
Bu benim yeğlemem.
Zorla mı?
Son çağlarda, yurduma Arap dolduran anlayış, elbette badem tipli suratları ile en küçük konuşmalarında, Arapça’ya taparcasına bandırırken dillerini, iğreniyorum.
Usumun başıma gelmesi ile ad verme konusundaki yanlışlarımı, torunlarımdan başlayarak Türkçe’ye bağlarken, öyle mutluyum ki.
Arap adı taşımak, Fars adı taşımak, neden yeğlensin?
Hele bunca nefret yüklüyken.
Bendeki bu eğilimin, yeni ana ve baba olmuş kişilerde benzer yansımasını gördükçe, inanılmaz mutlu oluyorum.
Güzel dil Türkçe’ydi bize.
Başka dil, geceydi, karanlıktı bize.
Ancak…
Geç uyandık.
Ha, bu bademler, Türk Dil Kurumu’nun önerdiği kimi sözcükleri, uydurma, diye nitelendirseler de
İnanın,
Onlara şunu söylüyorum:
“Uydurma olsun da Arapça, Farsça olmasın